21 Aralığı 22 Aralığa bağlayan gecenin meşhur adıdır; ŞEB-İ YELDÂ
Şeb; Arapça gece demektir. Yeldâ (Farsça: Şeb-e Yeldā; Azerbaycan Türkçesinde de: Çillə Gecəsi, en uzun gece demektir.
İran'da M.Ö.’den beri 20 Aralık'ı 21 Aralık'a bağlayan gece kutlanan ve günlerin kısalmasının son bulduğunun habercisi olan kutlamaların adıdır. Kökenlerini güneş tanrısı Mithra’nın doğumundan alan bu bayram, Romalıları da etkilemiştir. Bugün İranda bu geceyi Nar yiyerek ve aile büyükleri çevresinde toplanıp sohbet ederek geçirmek kısmen de olsa süren bir gelenektir.
Konunun mitolojik yönünü bir yana koyarsak; Şeb-i Yelda bir mevsim dönüşümünün habercisi olarak kabul edilen bir gecedir.
En uzun gece; insanların en çok karanlıkta kaldığı, buna bağlı olarak teknoloji öncesi dönemde en çok uyuduğu kabul edilen bir gecedir. Dolayısıyla insanların güneş ışığını en az gördükleri en kısa gündür aynı zamanda.
Bu keyfiyetin Kuzey Yarıkürede geçerli olduğunu; Güney yarıkürede de en uzun gündüzün yaşandığı bir gün olduğunu da dikkatlerinize sunuvermiş olalım.
Gün be gün güneşin ve aydınlığın arttığı bu doğal yapı 21 Mart’ta gece ile gündüz eşitliğine kavuşacaktır tıpkı 22 Eylül’de yaşandığı gibi…
İşte böylesine uzun bir gecenin sabahında selamlıyorum siz değerli okurlarımı: Gününüz aydın, gönlünüz şen, her gün azar azar da olsa artacak olan günlük güneşlik günleriniz sizlere güzellikler getirsin efendim…
Halkımız arasında “Karanlığın zifiri noktaya ulaştığı an, aynı zamanda aydınlığın da başladığı andır!..” diyen bir söz dolaşır durur ya, işte o sözün başlangıç noktasıdır 21 Aralık/22 aralık dönüşüm ve değişimi…
“Celâlde cemal saklıdır!..” der hayata umutla bakan gönlü güzel insanlar… Bu bakış yaşanan her karanlığın ardından bir aydınlığın geleceğinin haberini ve umudunu söylediği gibi; aynı zamanda da hayata dair yaşanan her sıkıntının sonunda bir ferahlığın geleceğinin de habercisi ve umududur.
Türk tarihinde kurulan ve yıkılan 16 büyük devlet bu sözün vücut bulmuş örneğidir.
Anadolu’da 1071 sonrasında kurulan Anadolu Selçuklu devleti çözülüp dağılırken, kim bilebilirdi ki altı yüz yıllık yeni bir Türk Devletinin/Osmanlı Devletinin kurulacağını… Osmanlı Devleti altı asır süren muhteşem bir sürecin sonunda çözülüp dağılırken. Osmanlı’nın küllerinden 29 Ekim 2023’te 100. Yılı’nı yaşadığımız nur topu bir Türkiye Cumhuriyeti’nin doğacağını kim bilebilirdi ki?
Bütün bu olan bitenden çıkaracağımız bir ders vardır ki o da şudur:
Uzun yolculuklara çıkanların ara istasyonlarda durmadığı gibi, Atatürk’ün “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pâyidâr kalacaktır!..” sözündeki gibi devletimizin ve milletimizin sonsuza kadar yaşayacağı inancıyla geleceğe yönelik hazırlık yapmaktır.
Bakınız Atatürk’ün sağlığında bugünleri işaret eden sözlerindeki öngörüye:
“Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur; komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevî köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür… Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını beklememeliyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir…”
Bugün dünyaya hükmeden ve elindeki gücü güçsüz toplumların ellerindeki doğal kaynaklarını sömürmek için kullanan sözüm ona büyük(!) devletlerin önümüzdeki dönemlerde hangi konumlarda olacaklarını bilemesek de; "Zulüm ile âbad(mâmur) olanın akıbeti berbat olur" diyen bir atasözümüzde tarihin bize sunduğu/hatırlattığı bir gerçek vardır; o da zulmün sonsuza kadar muktedir olamayacağıdır…
Ne var ki Anadolu’da devlet/millet olarak yaşayabilmenin ve ayakta kalabilmenin tek bir gerçeği vardır, o da güçlü olmaktır.
Güçlü olmanın ilk şartı kendine güvenmektir. Bu noktadan hareketle her şart altında parmakların birleşip de bir yumruk halinde bulunması neyse, millet olarak birbirimizle öylesi bir ruh halinde olabilmektir. Günümüzde farkında olunması gereken en önemli konu da budur.
Dünyanın neresinden yayın yaptıkları bilinemeyen ve kontrolü mümkün olamayan sosyal medya yaptığı yayınlarla bilgisayar ekranlarından bir umutsuzluk , bedbinlik, güvensizlik, çirkinlik virüsleri yayarak insanımızı ruhen bitirmeye çalışmaktadır.
Günlük yayın organlarından gazetelerin 3. Sayfalarının çok kötü cinayet haberlerine, trafik kazalarına vb ayrılmış olması bu konuya hizmet etmekten başka bir şeye yaramamaktadır. Gazetelerin mensubu oldukları güç odakları adına muhalefet yapalım derken cımbızla arayıp buldukları her türden olumsuz haberleri maalesef o gazetelerin bağımlı okurlarında, insana, hayata, topluma, devlete ve millete yönelik ruhsal çöküntülere sebep olmaktadır.
Bir de haftanın hemen her günü yayın yapan futbola ayrılmış olan kanallar ile her türden belgesel, ile izdivaç, vb programlar da bir yandan insanları olumsuzluklardan koruyor zannedilirken diğer yandan da ülke gündemi ve gerçeklerinden; bilimden, sanattan, kültürden ve sohbetten uzaklaştırılmaktadır…
İşte Türkiye Cumhuriyetinin şu anda karşı karşıya bulunduğu en büyük sorun da budur.
Halbuki, mahalle muhtarından her türen belediye kuruluşu olsun, her türden resmî dairenin güvenlik görevlisinden en üst amirine kadar her bir görevli şahsında devleti temsil etmektedir. Sonuçta görevi, unvanı, makamı ne olursa olsun devletin memurudur.
İktidarda olanların her seçim döneminde sandıkta değiştirme imkânı vardır. Her muhalefet partisi bir gün iktidara gelmeye ve ülkeyi yönetmeye adaydır.
Bu bağlamda içinde bulunduğumuz şartlardan şikayetçi olurken, Millî Mücadele yıllarının koşullarını unutmadan; Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hiçbir zaman umutsuz olmadan yürüttükleri ve zafere ulaştırdıkları mücadele gücünü unutmadan kendimizi kurgulamalı ve harekete oradan başlamalıyız derim.
Şeb-i Yeldâ’yı düşüneceksek, karanlıklardan aydınlıklara doğru bir gidişi de unutmadan hayata dört elle sarılmalıyız derim.
KARŞI/YAKA’DAN… SEVGİLERİMLE…
Yorumlar
Kalan Karakter: