Ah!.. Yokluk yılları ah!..
Nasıl, nasıl, nasıl anlatmalı, yokluklarla yaşanan yılları bilmem ki!..
İsrafın olmadığı, atık diye bir kavramın olmadığı, hemen her türden parçanın yeri gelir lâzım olur diye saklandığı ve bir gün mutlaka kullanıldığı yıllar…
“Komşu komşunun külüne muhtaçtır!” sözünün boşuna olmadığı yıllar: Neden? Çünkü meşe ya da palamut ağacı yakılan evlerde bu ağaçların külü bir tenekenin yarısına kadar konulur, üzerine de su katılırdı. Çamaşır yıkarken üstteki su alınır onunla yıkanırdı çamaşırlar; günümüzdeki matik işlevini yerine getirirdi meşe/palamut külü. Komşuda meşe odununun külü yoksa komşudan isterdi veya evinde fazlaca külü olan komşusuna teklif ederdi…
“Ateş almaya mı geldin komşu!..” sözünün ateş almaya gelmekle ilgili gerçeğin yansıması olduğunu kaç kişi bilir ki günümüzde!.. Şöyle ki, kibritin, çakmağın çok kıymetli olduğu ve bulunmadığı yıllarda, ocaktaki odunların yanabilmesi için çalı çırpının öncelikle tutuşması gerekirdi. İşte bu işlem için evinde kibriti veya çakmağı olmayanlar komşudan bir ateş küreğine köz isterlerdi. Komşunun verdiği közün acilen eve getirilmesi gerekirdi. Gecikilirse köz kararır ve yakma özelliği kaybolurdu. İşte, bir dost ziyaretini kısa tutan hemen ayrılmak isteyen kişilere bunun için “Ateş almaya mı geldin?” denilirdi.
Köylerde, kasabalarda üç beş kadın hangi gerekçeyle bir araya gelirse gelsin, beraberinde mutlaka bir çıkısı olurdu. Çıkı içerisinde makara, iğne iplik, yamalık parçaları, yamalık eklenecek çorap vb olurdu. Oturur oturmaz kimisi çıkısını açar yama yamamaya başlar, kimisi de kirmanda yün eğirir ya da yün çorap veya kazak vb bir şeyler örerlerdi.
Akşama kadar bir kadının kirmanda eğirdiği yünün karşılığında elde ettiği ücret yarım ekmek parası ederdi. Yokluktan dolayı işte yarım ekmek parasına bile hizmet edilirdi gün boyu…
Bunları niye anlattım derseniz, yokluk içerisinde eve gelen her yeninin olağan üstü bir değeri olurdu. Onun için de yeni bir ayakkabı, gömlek, elbise vb alınacaksa Ramazan ya da Kurban Bayramına rast getirilirdi. Böylece bayram sevinciyle yeni bir şeye kavuşma sevinci birlikte yaşanırdı.
1960lı yıllarda bizim kuşak bu sevinci yaşayan nesildi. Genellikle arife günü alınan ayakkabılar yastık yapılır bayram sabahına bu sevinçle kavuşulurdu.
Demem o ki, bir şeyin eskiliği ya da yeniliğine bağlı değerini, ona aynı zamanda kolay ya da zor ulaşılabilir olmayla ortaya çıkardı.
Şimdilerde varlıklı ülkelerde ya da varlıklı ailelerde görülen israfın kaynağında da istenen her şeye çok kolay ulaşılıyor olma gerçeği vardır: Ülkemizde hemen her gün ekmeklerin; az giyilmiş ayakkabıların, elbiselerin, daha kullanılabilecek durumdaki mobilyaların, halı-kilm benzeri yaygıların, kitapların vb çeşitli sebeplerle çöp kutularına bırakılma gerekçesinde bu ve benzeri nesne ve eşyalara çok kolay ulaşılabilme imkânının olması vardır.
Bin bir türlü şampuan, losyon, bijuteri malzemesi, vb aklınıza gelebilecek her türden eşyanın varlığı insanların bunları tüketmeyle ile ilgili duygularını tahrik etmekte dolayısıyla hemen herkes imkânı ölçüsünde bir şeyleri israf etmektedir.
Oysa aynı zaman düzleminde Afrika’nın, Asya’nın vb dünyanın değişik yerlerinde yokluk içerisinde yaşayan insanların hayallerinin bile, varlıklı toplumların atık maddelerine yetişmesi mümkün değildir.
Adına “Vahşi kapitalizm” dediğimiz parayı yöneten merkezlerin belirlediği para akışı tıpkı ceylanlarla beslenen arslanlar gerçeği misali her türden argümanları kullanarak tüketimi körüklemektedir. Adına moda dediğimiz olgu da tam da buna hizmet etmektedir.
1980 sonrasında ülkemizde de uygulanan özel sektör yapılanmasına bağlı olarak serbest ekonomik hayatın her yıl gittikçe yaygınlaşmasının en görünür müdahale ettiği süreç her yıl eski yılın bittiği yeni yılın karşılandığı süreçtir. Bu her yıl açık ve görünür bir görselliğe dönüşerek bir tüketim çılgınlığı sergilenmektedir ne yazık ki!.. Tıpkı UNESCO tarafından yıl boyunca hemen her güne yüklenen masumane bir anlamın yine paraya tahvil edilmesi gibi bir noktaya getirilmekte, böylece her masum konudan bile nasıl kazanırız anlayışına varılmaktadır. Bunun sonucunda da farkında olarak ya da olmayarak hemen her an yaşanan bir şeyleri kolayca alıp satma bir süre sonra hayatın tamamını kapsayan bir anlayışa dönüşmektedir.
Bunca sözden sonra şu konuyu dikkâtlerinize sunacağım: Geçen yıl 2021 giderken 2022’ye övgüler düzerek her türden gösteriyle karşılayanlar şimdi de 2022’yi gönderirken arkaya dönüp bakmadan 2023’ü “Kral öldü,
yaşasın yeni kral!” anlayışıyla karşılama telaşı içerisindedirler. Hiç kuşkunuz olmasın bu 2024’te de sonraki yıllarda da aynı şekilde sürüp gidecektir.
Yeni yıl dolayısıyla olanın bitenin uluslararası ölçekte anlaşılması için ben siz değerli okurlarıma Prof. Dr. Emre KONGAR’ın, KÜRESELLEŞME VE TERÖRİZM adlı kitabını tavsiye edeceğim.
Aslında birey, aile, toplum, ülke ve tüm dünya olarak eski yıldan yeni yıla geçişleri giden yılın bir muhasebesini yaparak artımız-eksimiz, kârımız-zararımız, kazancımız-kaybımız vb şeklinde bir değerlendirme yaparak yaşayabilsek, işte kazanmaya başladığımız nokta tam da bu nokta olur.
Biz sözü en iyisi mi yine sözün sultanlarından Hz. Mevlânâ’ya bırakalım:
“YENİ ŞEYLER SÖYLEMEK LAZIM
Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti, cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Savaşsız bir dünya, dünya varlıklarının hakça paylaşılabildiği bir dünya, israfın önlendiği bir dünya; insanlığın huzuru yaşayabildiği bir dünya dileğiyle!.. Bütün bu dilekleri hangi yıl gerçekleştirebilecekse hoş gelir safa gelir… Başımızın üstünde yeri vardır… Bunları gerçekleştirmeyeceksen sen iyisi mi gelme yeni yıl!..