Sizleri selamlamak için uzun süredir düşünüyorum. İlk köşe yazısı deneyimim, oldukça hararetli bir sorumluluk duygusu barındırmalı ve heyecanıma kurban olmamalıydı.
En son söyleyeceğimi ilk başta söyleyerek söze başlamak istedim. İnsan olalım ve hatırlayalım, her şeyden önce insan.
Öyle ki…
Sapıklık ve sapkınlığın kol gezdiği bu dünyada hiçbirimiz doğru insan değiliz. Dünyada iki tür insan vardır; biri sapık ya da sapkın, diğeri de buna göz yuman. Birçoğumuz maalesef ikinci sınıfa giriyoruz, yani göz yuman, haksızlığa susan dilsiz şeytanlar oluyoruz. Birçoğumuzun aklına gelen şeref, namus karakter kelimeleri üzerimize yakışmış şık elbiseler ve hep başkalarının ayıpları günahları gibi geliyor. Başkaları için yaşıyor ve yaşatıyoruz.
Kızım kısa giyinmiş bir şey yaparlar…
Kızım şu oğlanla gezmiş adı kirlenmiş...
Yok dışarıda bir kadın gülüyor, kesin namussuzdur…
Karım şöyle yapmış, döveyim de aklı başına gelsin…
Ve daha niceleri…
Genel olarak bu kavramlara bakıldığında ortaya çıkan ilk şey şiddetin her türlüsü. Dışarıdan gördüğümüzde mide bulandıran, iğrendiren bu eylemlerin hepsi aslında bire bir kendi iç dünyamızda yaşadıklarımız. Kendi yakınına eylemsel ya da söylemsel şiddet uygulandığında yadırgadığımız ya da çok kızdığımız şeyleri biz aslında dışarıya uyguluyoruz. Aslında en fena olanı bu yaptıklarımıza öncesinde bir kulp buluyor ve haklı çıkartıyoruz kendimizi.
Yani şiddet bize veya çevremizdekilere yapıldığında son derece can yakan ve kızdıran bir eylem iken, tanımadığımız bir yabancıya yapılınca elalem adı altında, “kesin bir şey yapmıştır” deyip, köşemize çekildiğimiz bir eyleme dönüşüyor ve hammaddesi önyargı olan kalkanımız bizi koruyacak sanıyoruz.
Elalem değil elli âlem gelse, başına kötü şeyler gelen insanları görmezden gelmemeliyiz. O insanlarında bizimde olduğu gibi ailesi, dostları, çocukları ve sevenleri var. Hadi olmasın seveni, yaratılmış her şeyi Yaradan’dan ötürü sevmeyecek miydik, koruyup kollamayacak mıydık? Aslında ölçü çok belli uzun yıllar önce konulmuş, “iğneyi kendine, çuvaldızı bir başkasına batıracaksın”.
Şiddete uğramamış olman uğramayacağın anlamına gelmiyor. Ya bir gün seninde cansız bedenini bir çöp tenekesinde ya da gitar kutusunda bulurlarsa?
Ya Özgecan gibi küllerin savrulurken, imdat feryadına önyargıların engel olmasını ister misin?
Emine Bulut gibi çocuğunun gözünün önünde “ben ölmek istemiyorum” diye bağıracak kadar çaresiz kalmak ister misin?
İçimizde ufacık bir insanlık kırıntısı kalmış ise, o kadar insanın göz göre göre acı çekmesine kıyamazsın. Zira sen kıyarsan, ben kıyarsam, biz kıyarsak, yarın başımıza ne geleceğini kestiremeyiz. Eni konu üç günlük dünya, yakışır mı insana, insana kıymak. Aramızda fikir ayrılıkları olsa da, bu dünyada başkasının yerine karar vermek bize düşmez. Bize düşen, düşen kaldırmaktır.
Vahşileşmiş, insanlığı mumla arar olduğumuz bir dünyada, başıma ya bir şey gelirse endişesiyle olan biteni köşesinden izleyen bir çok insan olduğunu tahmin ediyorum.
Korkma…
Bir telefon aç…
Biraz sesini yükselt…
İki satır yaz…
Yetkililere bildir…
Haykır, sesini duyurana kadar…
Ama sakın susma…
Zira “haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.”
Her cümleye kendinden başla. Kalbini yokla, düşün biraz ve illa birini eleştireceksen ilk kendinle başla. Düşün ben bu dünyadaki doğru insan mıyım diye.
Eğer sokaklarında çocukların sevinçle oynadığı, mutlu huzurlu tertemiz bir dünya inşa edeceksek, hepimiz kendi kapımızın önünü süpürmeliyiz…
Kalın Sağlıcakla…